AHİR ZAMANDA ZUHUR EDECEK OLAN HZ. MEHDİ (A.S.)'IN
İSE EHL-İ BEYT'E MENSUP YANİ SEYYİD OLACAĞINI
İFADE ETTİĞİ SÖZLERİ (TÜRKÇE)
1.
Altıncısı: Nurun şakirtlerinden bazılarının Nurlardan fevkalâde
iman hüccetlerini ve sarsılmaz, aynelyakîn ulûm-u imaniyeyi
görüp istifade ettiklerinden, bu bîçare tercümanına bir
neivi teşvik ve tebrik ve takdir ve teşekkür nev'inde ziyade
hüsn-ü zanla müfritâne methetmeleriyle beni suçlu gösterene
derim:
Ben âciz, zayıf, gurbette, menfî, yarım ümmî, aleyhimde
propaganda ile halkı benden ürkütmek hâleti içinde Kur'ân'ın
ilâçlarından ve imanî ve kudsî hakikatlerinden dertlerime tam
derman olarak kendime bulduğum zaman, bu millete ve bu vatan
evlâtlarına dahi tam bir ilâç olacağına kanaat getirdiğim
için, o kıymettar hakikatleri kaleme aldım. Hattım pek noksan
olmasından yardımcılara pek çok muhtaç iken, inayet-i İlâhiye
bana sadık, has, metin yardımcıları verdi.
Elbette ben onların hüsn-ü zanlarını ve samimâne medihlerini
(methetmelerini, övgülerini) bütün bütün reddetmek
ve hatırlarını tekdirle (üzerek, ikaz ederek) kırmak, o
hazine-i Kur'âniyeden alınan Nurlara bir ihanet ve adavet
(düşmanlık, kin) hükmüne geçer. Ve o elmas kalemli ve kahraman
kalbli muavinleri kaçıracak diye, onların âdi, müflis
(herşeyini kaybetmiş) şahsıma karşı medh ü senâlarını (meth
edip övmelerin), asıl mal sahibi ve bir mânevî mucize-i
Kur'âniye olan Risale-i Nur'a ve has şakirtlerinin şahsiyet-i
mâneviyesine çeviriyordum. "Benim haddimden yüz derece
ziyade hisse veriyorsunuz" diye bir cihette hatırlarını kırıyordum.
Acaba hiç bir kanun, müstenkif (reddeden) ve razı olmayan
bir adamı başkaların onu methetmesiyle suçlu yapar mı ki,
kanun namına hareket eden resmî memur beni suçlu yapıyor?
Hem neşrettiğimiz aleyhimizde yazılan kararnamenin elli dördüncü
sayfasında, "ÂHİRZAMANIN O BÜYÜK ŞAHSI NESLEN
ÂL-İ BEYTTEN OLACAK. BİZ NUR ŞAKİRTLERİ, ANCAK
MÂNEVÎ ÂL-İ BEYTTEN SAYILABİLİRİZ. ... (Şualar,
sayfa: 390)
2.
55: "Hazret-i Ali'nin (r.a.) ilm-i hakikat (hakikat ilmi) itibariyle
şakirdi (talebesi) olduğumdan, mânevî evlâdı olabilirim"
demesiyle kendine atfedilen makamlara liyakatini (layık olduğunu)
kabul etmiş görülmektedir.
Bedî' (hayret verici, garib) mânâsında olan Celcelûtiye kasidesinde
(Hz. Ali (r.a.) tarafından telif edilen bir kasîde)
İmam-ı Ali'nin (r.a.) çok cihetlerle Risale-i Nur'a sarahat (açıklık)
derecesine yakın işarâtı (işareti) içinde, Bediüzzaman ismini
Risale-i Nur'a vermesinden, bana emaneten verilen o ismi
Risale-i Nur'a iade ettiğimi yazmışım. Bununla beraber, "BEN
DE MÂNEVÎ ÂL-İ BEYTTEN SAYILABİLİRİM" DEMEKTEN
MAKSADIM, BİR KISIM MÜÇTEHİDLERİN, "ONUN
ÂİLESİNE VE ASHABINA SELÂM OLSUN" DUASINDA,
"SEYYİD OLMAYAN, FAKAT EHL-İ TAKVÂ BULUNANLAR
O DUADA DAHİLDİRLER" DEDİKLERİNDEN, O
UMUMÎ (genel) DUADA BENİM DE BİR HİSSEM
BULUNMASI İÇİN RİCAKÂRÂNE BİR TEVİLDİR. Yoksa, o
hatâkârane mânâ (hatalı anlam) hiç hatırıma gelmemiş.
(Şualar, 14. Şua, sayfa: 358 )
3.
Hem mahkemede Denizli ehl-i vukufu (bilgi sahibi kişileri),
bazı şakirtlerin (talebelerin) bu itikatlarına (inançlarına, düşüncelerine)
göre, bana karşı demişler ki:
"EĞER MEHDİLİK DAVA ETSE, BÜTÜN ŞAKİRDLERİ
(talebeleri) KABUL EDECEKLER." BEN DE ONLARA DEMİŞTİM:
"BEN, KENDİMİ SEYYİD BİLEMİYORUM. BU
ZAMANDA NESİLLER BİLİNMİYOR. HALBUKİ AHİR ZAMANIN
O BÜYÜK ŞAHSI, AL-İ BEYTTEN (Peygamberimiz
(s.a.v.)'in neslinden) OLACAKTIR. GERÇİ MANEN
(MANEVİ OLARAK) BEN HAZRET-İ ALİ'NİN (R.A.) BİR
VELED-İ MANEVİSİ (MANEVİ EVLADI) HÜKMÜNDE
ONDAN HAKİKAT DERSİNİ ALDIM VE AL-İ MUHAMMED
ALEYHİSSELAM BİR MANADA HAKİKİ NUR ŞAKİRTLERİNE
ŞAMİL OLMASINDAN (GERÇEK NUR TALEBELERİNİ
DE KAPSADIĞI İÇİN), BEN DE AL-İ BEYTTEN
(PEYGAMBERİMİZ (SAAS)'İN NESLİNDEN) SAYILABİLİRİM.
Fakat bu zaman şahs-ı manevi zamanı olmasındanve Nurun mesleğinde hiçbir cihette (hiç bir yönden) benlik ve
şahsiyet ve şahsi makamları arzu etmek ve şan şeref kazanmak
olmaz; ve sırr-ı ihlasa tam muhalif olmasından (samimiyetin
sırrına ters düşmesinden), Cenab-ı Hakka hadsiz (sonsuz) şükür
ediyorum ki, beni kendime beğendirmemesinden, ben öyle
şahsi ve haddimden hadsiz derece fazla makamata (kendi sınırlarımdan
sonsuz derecede fazla makama) gözümü dikmem.
Ve Nurdaki ihlası (samimiyeti) bozmamak için, uhrevi makamat
(makam) dahi bana verilse, bırakmaya kendimi mecbur biliyorum"
dedim, o ehl-i vukuf (bilgi sahibi kişiler) sustu.
(Emirdağ Lahikası, sayfa: 233)
4.
Esas: Güya bende tefahhur (böbürlenme) ve hodfüruşluk (kendini
beğenmişlik) var ve kendimi müceddid (büyük alim) biliyorum.
Ben bütün kuvvetimle bunu reddederim. HEM MEHDİ-
LİK İSNADINI HİÇ KABUL ETMEDİĞİME BÜTÜN KARDEŞLERİM
ŞEHADET EDERLER. HATTÂ DENİZLİ'DEKİ
EHL-İ VUKUF, "EĞER SAİD MEHDİLİĞİNİ ORTAYA ATSA
BÜTÜN ŞAKİRDLERİ KABUL EDECEK" DEDİKLERİ-
NE MUKABİL SAİD İTİRAZNAMESİNDE DEMİŞ Kİ: "BEN
SEYYİD DEĞİLİM. MEHDİ SEYYİD OLACAK." DİYE ONLARI
REDDETMİŞ. (Şualar, 14. Şua, sayfa: 355 )
5.
SEYYİD OLMAYAN "SEYYİDİM" VE SEYYİD OLAN
"DEĞİLİM" DİYENLER, İKİSİ DE GÜNAHKAR VE DUHUL
(dahil olmak) İLE HURUC (isyan) HARAM OLDUKLARI
GİBİ ...HADİS VE KURAN'DA DAHİ, ZİYADE VEYA NOKSAN
(fazla veya eksik) ETMEK MEMNU'DUR (yasaklanmıştır).
Fakat ziyade etmek (ilave yapmak), nizamı bozduğu (düzeni
bozduğu) ve vehme (şüpheye) kapı açtığı için, daha zararlıdır.
Noksana cehil (cahil olanın eksikleri) bir derece özür olur.
Fakat ziyade etmek (ilave yapmak), ilimle olur. Âlim olan mâzur
değildir (bilgili olanın özrü yoktur). Kezalik (Bu nedenle),
dinden birşeyi fasl (ayırmak) veya olmayanı vasl etmek (ortaya
getirmek), ikisi de caiz değildir (sakıncalıdır). (Muhakemat,
sayfa: 46)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder