AHİR ZAMANIN BÜYÜK
MEHDİSİ ÜÇ VAZİFEYİ BİR
ARADA YAPACAKTIR
Mehdî'nin üç vazifesi
Nurun ehemmiyetli ve çok hayırlı bir şakirdi, çokların namına
benden sordu ki: "Nurun halis ve eh(emmiyetli bir kısım
şakirdleri, pek musırrane olarak ahirzamanda gelen al-i Beytin
büyük bir mürşidi seni zannediyorlar ve o kadar çekindiğin
halde onlar ısrar ediyorlar.
Sen de bu kadar musırrane onların fikirlerini kabul etmiyorsun,
çekiniyorsun. Elbette onların elinde bir hakikat ve kat'î
bir hüccet var ve sen de bir hikmet ve hakikata binaen onlara
muvafakat etmiyorsun. Bu ise bir tezattır, her halde hallini istiyoruz."
Ben de bu zatın temsil ettiği çok mesaillere cevaben derim
ki: O has Nurcuların ellerinde bir hakikat var. Fakat iki cihette
bir tabir ve te'vil lazım.
Birincisi: ÇOK DEFA MEKTUPLARIMDA İŞARET ETTİĞİM
GİBİ, MEHDÎ AL-İ RESÛLÜN TEMSİL ETTİĞİ
KUDSÎ CEMAATİNİN ŞAHS-I MANEVÎSİNİN ÜÇ VAZİ-
FESİ VAR. EĞER ÇABUK KIYAMET KOPMAZSA VE BEŞER
BÜTÜN BÜTÜN YOLDAN ÇIKMAZSA, O VAZİFELERİ
ONUN CEMİYETİ VE SEYYİDLER CEMAATİ YAPACAĞINI
RAHMET-İ İLAHİYEDEN BEKLİYORUZ. VE ONUN
ÜÇ BÜYÜK VAZİFESİ OLACAK:
Birincisi : Fen ve felsefenin tasallutiyle ve maddiyyun ve
tabiiyyun taunu beşer içine intişar etmesiyle, her şeyden evvel
felsefeyi ve maddiyyûn fikrini tam susturacak bir tarzda
îmanı kurtarmaktır. Ehl-i îmanı dalaletten muhafaza etmek
ve bu vazife hem dünya, hem herşeyi bırakmakla, çok zaman
tetkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden, HAZRET-İ MEHDÎ'NİN,
O VAZİFESİNİ BİZZAT KENDİSİ GÖRMEYE VAKİT
VE HAL MÜSAADE EDEMEZ. ÇÜNKÜ HİLAFET-İ
MUHAMMEDİYE (A.S.M.) CİHETİNDEKİ SALTANATI
onun ile iştigale vakit bırakmıyor. HERHALDE O VAZİFEYİ
ONDAN EVVEL BİR TAİFE BİR CİHETTE GÖRECEK. O
ZAT O TAİFENİN UZUN TETKİKATI İLE YAZDIKLARI
ESERİ KENDİNE HAZIR BİR PROĞRAM YAPACAK,
ONUN İLE O BİRİNCİ VAZİFEYİ TAM YAPMIŞ OLACAK.
BU VAZİFENİN İSTİNAD ETTİĞİ KUVVET VE MANEVÎ
ORDUSU, YALNIZ İHLAS VE SADAKAT VE TESANÜD
SIFATLARINA TAM SAHİP OLAN BİR KISIM ŞAKİRDLERDİR.
NE KADAR DA AZ OLSALAR, MANEN BİR ORDU
KADAR KUVVETLİ VE KIYMETLİ SAYILIRLAR.
İkinci vazifesi : HİLAFET-İ MUHAMMEDİYE (A.S.M.)
ÜNVANI İLE ŞEAİR-İ İSLAMİYEYİ İHYA ETMEKTİR.
ALEM-İ İSLAMIN VAHDETİNİ NOKTA-İ İSTİNAD EDİP,
BEŞERİYETİ MADDÎ VE MANEVÎ TEHLİKELERDEN VE
GADAB-I İLAHÎDEN KURTARMAKTIR. BU VAZİFENİN,
NOKTA-İ İSTİNADI VE HADİMLERİ, MİLYONLARLA EFRADI
BULUNAN ORDULAR LAZIMDIR.
Üçüncü vazifesi : İNKILABAT-I ZAMANİYE İLE ÇOK
AHKAM-I KUR'ANİYENİN ZEDELENMESİYLE VE ŞERİ-
AT-I MUHAMMEDÎYENİN (A.S.M.) KANUNLARI BİR DERECE
TATİLE UĞRAMASIYLA O ZAT BÜTÜN EHL-İ ÎMA-
NIN MANEVÎ YARDIMLARIYLA VE İTTİHAD-I İSLAMIN
MUAVENETİYLE VE BÜTÜN ULEMA VE EVLİYANIN VE
BİLHASSA AL-İ BEYTİN NESLİNDEN HER ASIRDA KUVVETLİ
VE KESRETLİ BULUNAN MİLYONLAR FEDAKAR
SEYYİDLERİN İLTİHAKLARIYLA O VAZİFE-İ UZMAYI
YAPMAYA ÇALIŞIR.
Şimdi hakikat-ı hal böyle olduğu halde, en birinci vazifesi
ve en yüksek mesleği olan îmanı kurtarmak ve îmanı,
tahkikî bir surette umuma ders vermek, hatta avamın da îmanını
tahkikî yapmak vazifesi ise, manen ve hakikaten hidayet
edici, irşad edici manasının tam sarahatını ifade ettiği için,
Nur Şakirtleri bu vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur'da gördüklerinden,
ikinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü
derecededir, diye Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsini haklı
olarak bir nevi Mehdî telakki ediyorlar. O şahs-ı manevînin de
bir mümessili, Nur Şakirdlerinin tesanüdünden gelen bir şahsı
manevîsi ve o şahs-ı manevîde bir nevi mümessili olan bîçare
tercümanını zannettiklerinden, bazan o ismi ona da veriyorlar.
Gerçi bu, bir iltibas ve bir sehivdir, fakat onlar onda mes'ul
değiller. Çünkü ziyade hüsn-ü zan, eskidenberi cereyan ediyor
ve itiraz edilmez. Ben de o kardeşlerimin pek ziyade hüsn-ü
zanlarını bir nevi dua ve bir temennî ve Nur Talebelerinin kemal-
i itikadlarının bir tereşşuhu gördüğümden onlara çok ilişmezdim.
Hatta eski evliyanın bir kısmı, keramet-i gaybiyelerinden
Risale-i Nur'u aynı o ahirzamanın hidayet edicisi olduğu,
diye keşifleri bu tahkikat ile te'vili anlaşılır. Demek iki noktada
bir iltibas var, te'vil lazımdır.
Birincisi: AHİRDEKİ İKİ VAZİFE, GERÇİ HAKİKAT
NOKTASINDA BİRİNCİ VAZİFE DERECESİNDE DEĞİLLER,
fakat hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) ve ittihad-ı İslam or-
dularıyla zemin yüzünde saltanat-ı İslamiyeyi sürmek cihetinde
herkeste, hususan avamda, hususan ehl-i siyasette, hususan
bu asrın efkarında o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor;
ve bu isim bir adama verildiği vakit, bu iki vazife hatıra geliyor;
siyaset manasını ihsas eder; belki de bir hodfüruşluk manasını
hatıra getirir; belki bir şan, şeref ve makamperestlik ve
şöhretperestlik arzularını gösterir. Ve eskidenberi ve şimdi de
çok safdil ve makamperest zatlar "Mehdî olacağım," diye dava
ederler. GERÇİ HER ASIRDA HİDAYET EDİCİ BİR NEVİ
MEHDÎ VE MÜCEDDİD GELİYOR VE GELMİŞ, FAKAT
HERBİRİ ÜÇ VAZİFELERDEN BİRİSİNİ BİR CİHETTE
YAPMASI İTİBARİYLE, AHİRZAMANIN BÜYÜK MEHDÎ-
Sİ ÜNVANINI ALMAMIŞLAR.
Hem mahkemede Denizli ehl-i vukufu, bazı şakirtlerin bu
îtikadlarına göre, bana karşı demişler ki: "Eğer Mehdilik dava
etse, bütün şakirdleri kabul edecekler." Ben de onlara demiştim:
"BEN, KENDİMİ SEYYİD BİLEMİYORUM. BU ZAMANDA
NESİLLER BİLİNMİYOR. HALBUKİ AHİRZAMANIN
O BÜYÜK ŞAHSI ÂL-İ BEYTTEN OLACAKTIR.
Gerçi manen ben Hazret-i Ali'nin (r.a.) bir veled-i manevîsi
hükmünde ondan hakikat dersini aldım ve Âl-i Muhammed
Aleyhisselam bir manada hakikî Nur Şakirdlerine şamil olmasından,
ben de Âl-i Beytten sayılabildim; fakat bu zaman şahsı
manevî zamanı olmasından ve Nurun mesleğinde hiçbir cihette
benlik ve şahsiyet ve şahsî makamları arzu etmek ve şan
şeref kazanmak olmaz; ve sırr-ı ihlasa tam muhalif olmasından,
Cenab-ı Hakka hadsiz şükür ediyorum ki, beni kendime beğendirmemesinden,
ben öyle şahsî ve haddimden hadsiz derece
fazla makamata gözümü dikmem ve Nurdaki ihlası bozmamak
için, uhrevî makamat dahi bana verilse, bırakmaya kendimi
mecbur biliyorum" dedim. O ehl-i vukuf sustu. (Emirdağ
Lahikası-1, ss. 231-233)
On Dokuzuncu Mesele
Rivayetlerde, âhirzamanın alâmetlerinden olan ve ÂL-İ
BEYT-İ NEBEVÎDEN HAZRET-İ MEHDÎNİN (RADIYALLAHU
ANH) hakkında ayrı ayrı haberler var. Hattâ bir kısım
ehl-i ilim ve ehl-i velâyet, eskide onun çıkmasına hükmetmişler.
Allahu a'lem bissavab, bu ayrı ayrı rivayetlerin bir tevili
şudur ki: BÜYÜK MEHDÎNİN ÇOK VAZİFELERİ VAR. VE
SİYASET ÂLEMİNDE, DİYANET ÂLEMİNDE, SALTANAT
ÂLEMİNDE, CİHAD ÂLEMİNDEKİ ÇOK DÂİRELERDE İCRAATLARI
OLDUĞU GİBİ, her bir asır, me'yusiyet vaktinde
kuvve-i maneviyesini teyid edecek bir nevi Mehdîye veyahut
Mehdînin onların imdadına o vakitte gelmek ihtimaline muhtaç
olduğundan, rahmet-i İlâhiye ile her devirde, belki her asırda
bir nevi Mehdî âl-i Beytten çıkmış, ceddinin şeriatını muhafaza
ve sünnetini ihya etmiş. Meselâ, siyaset âleminde Mehdî-i
Abbâsî ve diyanet âleminde GAVS-I ÂZAM VE ŞÂH-I NAKŞİBEND
VE AKTÂB-I ERBAA VE ON İKİ İMAM GİBİ BÜ-
YÜK MEHDÎNİN BİR KISIM VAZİFELERİNİ İCRA EDEN
ZATLAR dahi, Mehdî hakkında gelen rivâyetlerde, medâr-ı
nazar Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm olduğundan, rivayetler
ihtilâf ederek, bir kısım ehl-i hakikat demiş: "Eskide çıkmış."
Her ne ise... Bu mesele Risale-i Nur'da beyan edildiğinden,
onu ona havale ile burada bu kadar deriz ki: Dünyada mütesanit
hiçbir hanedan ve mütevafık hiçbir kabile ve münevver
hiçbir cemiyet ve cemaat yoktur ki, ÂL-İ BEYTİN HANEDANINA
VE KABİLESİNE
EVET, YÜZER KUDSÎ KAHRAMANLARI YETİŞTİREN
VE BİNLER MÂNEVÎ KUMANDANLARI ÜMMETİN BAŞINA
GEÇİREN VE HAKİKAT-İ KUR'ÂNİYENİN MAYASIYLA
VE İMANIN NURUYLA VE İSLÂMİYETİN ŞEREFİYLE
BESLENEN, TEKEMMÜL EDEN ÂL-İ BEYT, ELBETTE
ÂHİR ZAMANDA, ŞERİAT-I MUHAMMEDİYEYİ VE HAKİKAT-
I FURKANİYEYİ VE SÜNNET-İ AHMEDİYEYİ
(A.S.M.) İHYA İLE, İLÂN İLE, İCRA İLE, BAŞKUMANDANLARI
OLAN BÜYÜK MEHDÎNİN KEMÂL-İ ADALETİNİ
VE HAKKANİYETİNİ DÜNYAYA GÖSTERMELERİ GAYET
MÂKUL OLMAKLA BERABER, GAYET LÂZIM VE
ZARURÎ VE HAYAT-I İÇTİMAİYE-İ İNSANİYEDEKİ DÜSTURLARIN
MUKTEZASIDIR. (Şualar, ss.509-510)
Saidu'n-Nursî imzalı "Tekbirâtü'l-Huccac fî Arafat" başlıklı
mektupta, "Nurun ehemmiyetli bir kısım şakirtleri pek musırrâne
olarak âhirzamanda gelen âl-i Beytin büyük bir mürşidi
seni zannediyorlar. Sen de onların fikirlerini musırrâne kabul
etmiyorsun, çekiniyorsun. Bu bir tezattır. Hallini isteriz" diye
sormaları sebebiyle, onlara cevap olmak üzere, BUNDAN
SONRA GELECEK MEHDÎ-İ RESULÜN, temsil ettiği kudsî
cemaatin şahs-ı mânevîsinin ÜÇ VAZİFESİ OLDUĞU, BUNLARIN
İMANI KURTARMAK, HİLÂFET-İ MUHAMMEDİ-
YE (A.S.M.) ÜNVANIYLA ŞEÂİR-İ İSLÂMİYEYİ İHYÂ ETMEK
VE İNKILÂBÂT-I ZAMANİYE İLE ÇOK AHKÂM-I
KUR'ÂNİYENİN VE ŞERİAT-I MUHAMMEDİYENİN
(A.S.M.) KANUNLARININ BİR DERECE TÂDİLE UĞRAMASIYLA
O ZÂT, BU VAZİFE-İ UZMÂYI YAPMAYA ÇALIŞIR.
Nur şakirtleri birinci vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur'da
gördüklerinden, ikinci, üçüncü vazifeleri de, buna nisbeten
ikinci, üçüncü derecededir diye, Risale-i Nur'un şahs-ı mânevîsini
haklı olarak bir nevi mehdi telâkki ediyorlar. Bir kısmı, o
şahs-ı mânevînin bir mümessili olan bîçare tercümanını zannettiklerinden,
bazan o ismi ona da veriyorlar. Hattâ, evliyanın
bir kısmı, keramet-i gaybiyelerinde Risale-i Nur'u aynı o âhirzamanın
hidâyet edicisi olduğu, bu tahkikatla teville anlaşılır
diyorlar. İki noktada bir iltibas var; tevil lâzımdır.
BİRİNCİSİ: ÂHİRDE İKİ VAZİFE, GERÇİ HAKİKAT NOKTASINDA
BİRİNCİ VAZİFE DERECESİNDE DEĞİLLER.
FAKAT HİLÂFET-İ MUHAMMEDİYE (A.S.M.) VE İTTİ-
HAD-I İSLÂM AVAMDA VE EHL-İ SİYASETTE, HUSUSAN
BU ASRIN EFKÂRINDA O BİRİNCİ VAZİFEDEN BİN
DERECE GENİŞ GÖRÜNÜYOR. Gerçi her asırda hidayet edici
bir nevi mehdî ve müceddid geliyor ve gelmiş. FAKAT HERBİRİ
ÜÇ VAZİFEDEN BİRİSİNİ BİR CİHETTE YAPMASI
İTİBARIYLA, ÂHİRZAMANIN BÜYÜK MEHDÎSİ ÜNVANINI
ALMAMIŞLAR.
İkincisi: ÂHİR ZAMANIN O BÜYÜK ŞAHSI ÂL-İ
BEYT'TEN OLACAK. Gerçi mânen ben Hazret-i Ali'nin (r.a.)
bir veled-i mânevîsi hükmündeyim. Ondan hakikat dersini aldım.
Ve âl-i Muhammed (a.s.m.) bir mânâda hakikî Nur şakirtlerine
şâmil olmasından, ben de âl-i Beytten sayılabilirim. Fakat
Nurun mesleğinde hiçbir cihette benlik, şahsiyet, şahsî makamları
arzu etmek, şan ve şeref kazanmak olmaz. Nurda ihlâsı
bozmamak için uhrevî makamat dahi bana verilse, bırakmaya
kendimi mecbur bilirim diye, yarı muvafakat şeklinde bir cevap
verilmekte ve bu mehdîlik teklifi açık ve kesin olarak reddedilmemektedir.
(Şualar, ss. 381-382)
Aziz, sıddık kardeşlerim, Evvelâ: Nurun fevkalâde has
şakirtleri, Sikke-i Gaybiye müştemilâtıyla, o evliya-yı meşhûreden,
kırk günde bir defa ekmek yiyip kırk gün yemeyen
Osman-ı Hâlidî'nin sarih ihbarı ve evlâtlarına vasiyetiyle ve
Isparta'nın meşhur ehl-i kalb âlimlerinden Topal Şükrü'nün zahir
haber vermesiyle çok ehemmiyetli bir hakikatı dâvâ edip,
fakat iki iltibas içinde, bu biçare, ehemmiyetsiz kardeşleri
Said'e bin derece ziyade hisse vermişler. On seneden beri kanaatlerini
tâdile çalıştığım halde, o bahadır kardeşler kanaatlerinde
ileri gidiyorlar. Evet, onlar, On Sekizinci Mektuptaki iki
ehl-i kalb çobanın macerası gibi, hak bir hakikati görmüşler;
fakat tabire muhtaçtır. O hakikat de şudur:
ÜMMETİN BEKLEDİĞİ, AHİR ZAMANDA GELECEK
ZATIN ÜÇ VAZİFESİNDEN EN MÜHİMMİ VE EN BÜYÜĞÜ
VE EN KIYMETDARI OLAN İMAN-I TAHKİKİYİ
NEŞR VE EHL-İ İMANI DALALETTEN KURTARMAK Cİ-
HETİYLE, o en ehemmiyetli vazifeyi aynen bitemâmihâ Risâlei
Nur'da görmüşler. İmam-ı Ali ve Gavs-ı âzam ve Osman-ı
Hâlidî gibi zatlar, bu nokta içindir ki, o gelecek zatın makamını
Risâle-i Nur'un şahs-ı mânevîsinde keşfen görmüşler gibi
işaret etmişler. Bazan da o şahs-ı mânevîyi bir hâdimine vermişler,
o hâdime mültefitane bakmışlar. BU HAKİKATTEN
ANLAŞILIYOR Kİ, SONRA GELECEK O MÜBAREK ZAT
RİSÂLE-İ NUR'U BİR PROGRAMI OLARAK NEŞİR VE
TATBİK EDECEK'.
O ZATIN İKİNCİ VAZİFESİ, şeriatı icra ve tatbik etmektedir.
Birinci vazife, maddî kuvvetle değil, belki kuvvetli
itikad ve ihlâs ve sadakatle olduğu halde, bu ikinci vazife
gayet büyük maddî bir kuvvet ve hakimiyet lâzım ki, o ikinci
vazife tatbik edilebilsin.
O ZATIN ÜÇÜNCÜ VAZİFESİ, hilâfet-i İslâmiyeyi ittihad-
ı İslâma bina ederek, İsevî ruhanîleriyle ittifak edip dini
İslâma hizmet etmektir. Bu vazife, pek büyük bir saltanat ve
kuvvet ve milyonlar fedakârlarla tatbik edilebilir. Birinci va-
zife, o iki vazifeden üç-dört derece daha ziyade kıymettardır.
Fakat o ikinci, üçüncü vazifeler pek parlak ve çok geniş bir
dairede ve şaşaalı bir tarzda olduğundan, umumun ve avâmın
nazarında daha ehemmiyetli görünüyorlar. İşte o has
Nurcular ve bir kısmı evliya olan o kardeşlerimizin tâbire ve tevile
muhtaç fikirlerini ortaya atmak, ehl-i dünyayı ve ehl-i siyaseti
telâşe verir ve vermiş; hücumlarına vesile olur. Çünkü,
birinci vazifenin hakikatini ve kıymetini göremiyorlar; öteki cihetlere
hamlederler.
Kardeşlerimin ikinci iltibası:
Fâni ve çürütülebilir bir şahsiyeti, bazı cihetlerle birinci vazifede
pişdarlık eden Nur şakirtlerinin şahs-ı mânevîsini temsil
eden o âciz kardeşine veriyorlar. Halbuki bu iki iltibas da
Risale-i Nur'un hakikî ihlâsına ve hiçbir şeye, hattâ mânevî ve
uhrevî makamata dahi âlet olmamasına bir cihette zarar verdiği
gibi, ehl-i siyaseti de evhama düşürüp Risale-i Nur'un neşrine
zarar gelir. Bu zaman, şahs-ı mânevî zamanı olduğu için,
böyle büyük ve bâkî hakikatler, fâni ve âciz ve sukut edebilir
şahsiyetlere bina edilmez.
Elhasıl: O GELECEK ZATIN İSMİNİ VERMEK, ÜÇ VAZİFESİ
BİRDEN HATIRA GELİYOR; yanlış olur. Hem hiçbir
şeye âlet olmayan nurdaki ihlâs zedelenir, avâm-ı mü'minîn
nazarında hakikatlerin kuvveti bir derece noksanlaşır.
Yakîniyet-i bürhaniye dahi, kazâyâ-yı makbûledeki zann-ı galibe
inkılâp eder; daha muannid dalâlete ve mütemerrid zındıkaya
tam galebesi, mütehayyir ehl-i imanda görünmemeye
başlar. Ehl-i siyaset evhama ve bir kısım hocalar itiraza başlar.
Onun için, Nurlara o ismi vermek münasip görülmüyor.
Belki "Müceddiddir, onun pişdarıdır" denilebilir.
Umum kardeşlerimize binler selâm. (Sikke-i Tasdik-i
Gaybi, ss. 9-11)
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Evvela: Nurun ehemmiyetli ve çok hayırlı bir şakirdi, çokların
namına benden sordu ki: "Nurun halis ve ehemmiyetli bir
kısım şakirtleri, pek musırrane olarak, ahir zamanda gelen Al-i
Beytin büyük bir mürşidi seni zannediyorlar ve o kadar çekindiğin
halde onlar ısrar ediyorlar. Sen de bu kadar musırrane
onların fikirlerini kabul etmiyorsun, çekiniyorsun. Elbette onların
elinde bir hakikat ve kat i bir hüccet var ve sen de bir hikmet
ve hakikate binaen onlara muvafakat etmiyorsun. Bu ise
bir tezattır, herhalde hallini istiyoruz." Ben de bu zatın temsil
ettiği çok mesaillere cevaben derim ki: O has Nurcuların ellerinde
bir hakikat var. Fakat iki cihette bir tabir ve tevil lazım.
BİRİNCİSİ : ÇOK DEFA MEKTUPLARIMDA İŞARET
ETTİĞİM GİBİ, MEHDİ-İ AL-İ RESULÜN TEMSİL ETTİĞİ
KUDSİ CEMAATİNİN ŞAHS-I MANEVİSİNİN ÜÇ VAZİ-
FESİ VAR. EĞER ÇABUK KIYAMET KOPMAZSA VE BEŞER
BÜTÜN BÜTÜN YOLDAN ÇIKMAZSA, O VAZİFELERİ
ONUN CEMİYETİ VE SEYYİDLER CEMAATİ YAPACAĞINI
RAHMET-İ İLAHİYEDEN BEKLİYORUZ. VE ONUN
ÜÇ BÜYÜK VAZİFESİ OLACAK:
BİRİNCİSİ : FEN VE FELSEFENİN TASALLUTUYLA
VE MADDİYUN VE TABİİYYUN TAUNU, BEŞER İÇİNE
İNTİŞAR ETMESİYLE, HERŞEYDEN EVVEL FELSEFEYİ VE
MADDİYUN FİKRİNİ TAM SUSTURACAK BİR TARZDA
İMANI KURTARMAKTIR. EHL-İ İMANI DALALETTEN
MUHAFAZA ETMEK VE BU VAZİFE HEM DÜNYA, HEM
HERŞEYİ BIRAKMAKLA, ÇOK ZAMAN TEDKİKAT İLE
MEŞGULİYETİ İKTİZA ETTİĞİNDEN, HAZRET-İ MEHDİ-
NİN, O VAZİFESİNİ BİZZAT KENDİSİ GÖRMEYE VAKİT
VE HAL MÜSAADE EDEMEZ. ÇÜNKÜ HİLAFET-İ MUHAMMEDİYE
(A.S.M.) CİHETİNDEKİ SALTANATI,
ONUNLA İŞTİGALE VAKİT BIRAKMIYOR. HERHALDE O
VAZİFEYİ ONDAN EVVEL BİR TAİFE BİR CİHETTE GÖ-
RECEK.
O ZÂT o taifenin uzun tedkikatı (o topluluğun uzun
araştırmaları, İNCELEMELERİ) İLE YAZDIKLARI ESERİ
KENDİNE HAZIR BİR PROGRAM YAPACAK, ONUN İLE
O BİRİNCİ VAZİFEYİ TAM YAPMIŞ OLACAK. BU VAZİ-
FENİN İSTİNAD ETTİĞİ (DAYANDIĞI) KUVVET VE
MANEVÎ ORDUSU, YALNIZ İHLAS VE SADAKAT VE TESANÜD
(DAYANIŞMA) SIFATLARINA TAM SAHİB
OLAN BİR KISIM ŞAKİRDLERDİR (ÖĞRENCİLERDİR).
NE KADAR DA AZ DA OLSALAR, MANEN BİR ORDU
KADAR KUVVETLİ VE KIYMETLİ SAYILIRLAR. (Emirdağ
Lâhikası-1, ss. 266-267)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder