10 Haziran 2012 Pazar

HZ. MEHDİ (A.S.) BİR ŞAHIS, BİR ZAT, BİR İNSAN OLARAK GELECEK

BEDİÜZZAMAN, RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI'NDA
63 DEFA HZ. MEHDİ (A.S.)'IN BİR ŞAHIS, BİR ZAT,
BİR İNSAN OLARAK GELECEĞİNİ İFADE ETMİŞTİR

SAİD NURSİ'NİN, HZ. MEHDİ (A.S.)'IN BİR ŞAHSI
MANEVİ DEĞİL "ŞAHIS" OLDUĞU YÖNÜNDEKİ 
AÇIKLAMALARI:

1.

Dördüncü Sualinizin Meâli: Âhirzamanda Hazret-i İsâ
Aleyhisselâm Deccalı öldürdükten sonra, insanlar ekseriyetle
din-i hakka girerler. Halbuki, rivayetlerde gelmiştir ki,
"Yeryüzünde Allah Allah diyenler bulundukça kıyamet kopmaz."
(Müslim, 1: 131; 4:2268; Müsned, 3:107, 201, 268;
Kenzü'l-ummal,14:227, 228.) Böyle umumiyetle imana geldikten
sonra nasıl umumiyetle küfre giderler?

Elcevap: Hadis-i sahihte rivayet edilen, "Hazret-i İsâ
Aleyhisselâm'ın geleceğini ve şeriat-i İslâmiye ile amel edeceğini,
Deccalı öldüreceğini" (Buhari, 4205; Müslim, 1: 136; Fethü'-
Kebir, 2:335.2) imanı zayıf olanlar istib'ad ediyorlar. Onun ha-

kikati izah edilse, hiç istib'ad yeri kalmaz. Şöyle ki: O hadisin ve
Süfyan ve Mehdî hakkındaki hadislerin ifade ettikleri mânâ budur
ki: Âhirzamanda, dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacak:

Birisi: Nifak perdesi altında risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.)
inkâr edecek, Süfyan namında müthiş bir şahıs, ehl-i nifakın
başına geçecek, şeriat-ı İslâmiyenin tahribine çalışacaktır.
ONA KARŞI ÂL-İ BEYT-İ NEBEVÎNİN SİLSİLE-İ NURANÎ-
SİNE BAĞLANAN, EHL-İ VELAYET VE EHL-İ KEMALİN
BAŞINA GEÇECEK ÂL-İ BEYTTEN MUHAMMED MEHDİ
(1. TEKRAR) İSMİNDE BİR ZÂT-I NURANİ (2. TEKRAR) o
Süfyan'ın şahs-ı manevîsi olan cereyan-ı münafıkaneyi (münafıklık
akımını) öldürüp dağıtacaktır.

İkinci cereyan ise: Tabiiyyun, maddiyyun felsefesinden
tevellüt eden bir cereyan-ı nemrudâne, gittikçe âhirzamanda
felsefe-i maddiye vasıtasıyla intişar ederek kuvvet bulup,
Ulûhiyeti inkâr edecek bir dereceye gelir. Nasıl bir padişahı
tanımayan ve ordudaki zâbitan ve efrad onun askerleri olduğunu
kabul etmeyen vahşî bir adam, herkese, her askere bir nevi
padişahlık ve bir gûnâ hâkimiyet verir. Öyle de, Allah'ı inkâr
eden o cereyan efradları, birer küçük Nemrud hükmünde nefislerine
birer rububiyet verir. Ve onların başına geçen en büyükleri,
ispritizma ve manyetizmanın hâdisâtı nevinden
müthiş harikalara mazhar olan Deccal ise, daha ileri gidip,
cebbârâne surî hükümetini bir nevi rububiyet tasavvur edip
ulûhiyetini ilân eder. Bir sineğe mağlûp olan ve bir sineğin
kanadını bile icad edemeyen âciz bir insanın ulûhiyet dâvâ
etmesi ne derece ahmakçasına bir maskaralık olduğu malûmdur.
İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü
bir zamanda, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın şahsiyet-i mâneviyesinden
ibaret olan hakikî İsevîlik dini zuhur edecek, yani
rahmet-i İlâhiyenin semâsından nüzul edecek, halihazır
Hıristiyanlık dini o hakikate karşı tasaffi edecek, hurafattan
ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-i İslâmiye ile birleşecek, mânen
Hıristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılâp edecektir. Ve
Kur'ân'a iktida ederek, o İsevîlik şahs-ı mânevîsi tâbi ve
İslâmiyet metbû makamında kalacak, din-i hak bu iltihak neticesinde
azîm bir kuvvet bulacaktır. Dinsizlik cereyanına
karşı ayrı ayrı iken mağlûp olan İsevîlik ve İslâmiyet, ittihad
neticesinde dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında
iken, âlem-i semâvatta cism-i beşerîsiyle bulunan
şahs-ı İsâ Aleyhisselâm, o din-i hak cereyanının başına geçeceğini,
bir Muhbir-i Sadık, bir Kadîr-i Külli Şeyin vaadine istinad
ederek haber vermiştir. Madem haber vermiş, haktır.
Madem Kadîr-i Külli Şey vaad etmiş, elbette yapacaktır.
(Nisa Suresi'nin 156-159. Ayetleri)

Evet, her vakit semâvattan melâikeleri yere gönderen ve bazı
vakitte insan suretine vaz' eden (Hazret-i Cibril'in Dıhye suretine
girmesi gibi) ve ruhanîleri âlem-i ervahtan gönderip beşer
suretine temessül ettiren, hattâ ölmüş evliyaların çoklarının ervahlarını
cesed-i misaliyle dünyaya gönderen bir Hakîm-i
Zülcelâl, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmı, İsâ dinine ait en mühim
bir hüsn-ü hâtimesi için, değil semâ-i dünyada cesediyle bulunan
ve hayatta olan Hazret-i İsâ, belki âlem-i âhiretin en uzak
köşesine gitseydi ve hakikaten ölseydi, yine şöyle bir netice-i
azîme için ona yeniden ceset giydirip dünyaya göndermek, o
Hakîmin hikmetinden uzak değil. Belki onun hikmeti öyle iktiza
ettiği için vaad etmiş ve vaad ettiği için elbette gönderecek.
Hazret-i İsâ Aleyhisselâm geldiği vakit, herkes onun hakikî
İsâ olduğunu bilmek lâzım değildir. Onun mukarreb ve havassı,
nur-u imanla onu tanır. Yoksa, bedâhet derecesinde herkes
onu tanımayacaktır. (Mektubat, sf. 59-61)



2.

Saidu'n-Nursî imzalı "Tekbirâtü'l-Huccac fî Arafat" başlıklı
mektupta, "Nurun ehemmiyetli bir kısım şakirtleri pek musırrâne
olarak âhirzamanda gelen âl-i Beytin büyük bir mürşidi
seni zannediyorlar. Sen de onların fikirlerini musırrâne kabul
etmiyorsun, çekiniyorsun. Bu bir tezattır. Hallini isteriz" diye
sormaları sebebiyle, onlara cevap olmak üzere, BUNDAN
SONRA GELECEK MEHDÎ-İ RESULÜN (3. TEKRAR), temsil
ettiği kudsî cemaatin şahs-ı mânevîsinin üç vazifesi olduğu,
bunların imanı kurtarmak, hilâfet-i Muhammediye (a.s.m.)
ünvanıyla şeâir-i İslâmiyeyi ihyâ etmek ve inkılâbât-ı zamaniye
ile çok ahkâm-ı Kur'âniyenin ve şeriat-ı
Muhammediyenin (a.s.m.) kanunlarının bir derece tâdile uğramasıyla
O ZÂT (4. TEKRAR), bu vazife-i uzmâyı yapmaya
çalışır. Nur şakirtleri birinci vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur'da
gördüklerinden, ikinci, üçüncü vazifeleri de, buna nisbeten
ikinci, üçüncü derecededir diye, Risale-i Nur'un şahs-ı mânevîsini
haklı olarak bir nevi mehdi telâkki ediyorlar. Bir kısmı, o
şahs-ı mânevînin bir mümessili olan bîçare tercümanını zannettiklerinden,
bazan o ismi ona da veriyorlar. Hattâ, evliyanın
bir kısmı, keramet-i gaybiyelerinde Risale-i Nur'u aynı o âhirzamanın
hidâyet edicisi olduğu, bu tahkikatla teville anlaşılır
diyorlar. İki noktada bir iltibas var; tevil lâzımdır.
Birincisi: âhirde iki vazife, gerçi hakikat noktasında birinci vazife
derecesinde değiller. Fakat hilâfet-i Muhammediye (a.s.m.)
ve ittihad-ı İslâm avamda ve ehl-i siyasette, hususan bu asrın
efkârında o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor. Gerçi
her asırda hidayet edici bir nevi mehdî ve müceddid geliyor
ve gelmiş. Fakat herbiri üç vazifeden birisini bir cihette yap-
ması itibarıyla, ÂHİRZAMANIN BÜYÜK MEHDÎSİ (5. TEKRAR),
ünvanını almamışlar.
İkincisi: ÂHİR ZAMANIN O BÜYÜK ŞAHSI (6. TEKRAR),
ÂL-İ BEYT'TEN OLACAK. Gerçi mânen ben Hazret-i
Ali'nin (r.a.) bir veled-i mânevîsi hükmündeyim. Ondan hakikat
dersini aldım. Ve âl-i Muhammed (a.s.m.) bir mânâda hakikî
Nur şakirtlerine şâmil olmasından, ben de âl-i Beytten sayılabilirim.
Fakat Nurun mesleğinde hiçbir cihette benlik, şahsiyet,
şahsî makamları arzu etmek, şan ve şeref kazanmak olmaz.
Nurda ihlâsı bozmamak için uhrevî makamat dahi bana verilse,
bırakmaya kendimi mecbur bilirim diye, yarı muvafakat
şeklinde bir cevap verilmekte ve bu mehdîlik teklifi açık ve kesin
olarak reddedilmemektedir. (Şualar, sf. 381, 382)

3.

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvela: Nurun ehemmiyetli ve çok hayırlı bir şakirdi, çokların
namına benden sordu ki: "Nurun halis ve ehemmiyetli bir
kısım şakirtleri, pek musırrane olarak, ahir zamanda gelen Al-i
Beytin büyük bir mürşidi seni zannediyorlar ve o kadar çekindiğin
halde onlar ısrar ediyorlar. Sen de bu kadar musırrane
onların fikirlerini kabul etmiyorsun, çekiniyorsun. Elbette onların
elinde bir hakikat ve kat i bir hüccet var ve sen de bir hikmet
ve hakikate binaen onlara muvafakat etmiyorsun. Bu ise
bir tezattır, herhalde hallini istiyoruz." Ben de bu zatın temsil
ettiği çok mesaillere cevaben derim ki: O has Nurcuların ellerinde
bir hakikat var. Fakat iki cihette bir tabir ve tevil lazım.

BİRİNCİSİ : Çok defa mektuplarımda işaret ettiğim gibi,
Mehdi-i Al-i Resulün temsil ettiği kudsi cemaatinin şahs-ı manevisinin
üç vazifesi var. Eğer çabuk kıyamet kopmazsa ve beşer
bütün bütün yoldan çıkmazsa, o vazifeleri onun cemiyeti ve
seyyidler cemaati yapacağını rahmet-i İlahiyeden bekliyoruz.
Ve onun üç büyük vazifesi olacak:

Birincisi : Fen ve felsefenin tasallutuyla ve maddiyun ve
tabiiyyun taunu, beşer içine intişar etmesiyle, herşeyden evvel
felsefeyi ve maddiyun fikrini tam susturacak bir tarzda
imanı kurtarmaktır. Ehl-i imanı dalaletten muhafaza etmek ve
bu vazife hem dünya, hem herşeyi bırakmakla, çok zaman
tedkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden, HAZRET-İ MEHDİNİN
(7. TEKRAR) , o vazifesini bizzat kendisi görmeye vakit
ve hal müsaade edemez. Çünkü hilafet-i Muhammediye
(a.s.m.) cihetindeki saltanatı, onunla iştigale vakit bırakmıyor.
Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir taife bir cihette görecek.

O ZÂT (8. TEKRAR), o taifenin uzun tedkikatı (o topluluğun
uzun araştırmaları, incelemeleri) ile yazdıkları eseri
KENDİNE (9. TEKRAR) hazır bir program yapacak, onun ile
o birinci vazifeyi tam yapmış olacak. Bu vazifenin istinad ettiği
(dayandığı) kuvvet ve manevî ordusu, yalnız ihlas ve sadakat
ve tesanüd (dayanışma) sıfatlarına tam sahib olan bir
kısım şakirdlerdir (öğrencilerdir). Ne kadar da az da olsalar,
manen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.
(Emirdağ Lâhikası-1, sf. 266-267)

4.

Şimdi hakikat-i hal böyle olduğu halde, en birinci vazifesi
ve en yüksek mesleği olan imanı kurtarmak ve imanı, tahkiki
bir surette umuma ders vermek, hatta avamın da imanını tahkiki
yapmak vazifesi ise, manen ve hakikaten hidayet edici, ir-
şad edici manasının tam sarahatini ifade ettiği için, Nur şakirtleri
bu vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur'da gördüklerinden,
ikinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü derecedir
diye, Risale-i Nur'un şahs-ı manevisini haklı olarak bir
nevi Mehdi telakki ediyorlar. O şahs-ı manevinin de bir mümessili,
Nur şakirtlerinin tesanüdünden gelen bir şahs-ı manevisi
ve o şahs-ı manevide bir nevi mümessili olan biçare tercümanını
zannettiklerinden, bazan o ismi ona da veriyorlar.
Gerçi bu, bir iltibas ve bir sehivdir, fakat onlar onda mes ul değiller.
Çünkü ziyade hüsn-ü zan, eskiden beri cereyan ediyor
ve itiraz edilmez. Ben de o kardeşlerimin pek ziyade hüsn-ü
zanlarını bir nevi dua ve bir temenni ve Nur talebelerinin kemal-
i itikatlarının bir tereşşuhu gördüğümden, onlara çok ilişmezdim.
Hatta eski evliyanın bir kısmı, keramet-i gaybiyelerinde
Risale-i Nur'u aynı o ahir zamanın hidayet edicisi olduğu
diye keşifleri, bu tahkikat ile tevili anlaşılır. Demek iki noktada
bir iltibas var; tevil lazımdır. Birincisi: Ahirdeki iki vazife, gerçi
hakikat noktasında birinci vazife derecesinde değiller; fakat
hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) ve ittihad-ı İslam ordularıyla
zemin yüzünde saltanat-ı İslamiyeyi sürmek cihetinde herkeste,
hususan avamda, hususan ehl-i siyasette, hususan bu asrın
efkarında, o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor. Ve
bu isim bir adama verildiği vakit, bu iki vazife hatıra geliyor; siyaset
manasını ihsas eder, belki de bir hodfuruşluk manasını
hatıra getirir; belki bir şan, şeref ve makamperestlik ve şöhretperestlik
arzularını gösterir. Ve eskiden beri ve şimdi de çok
safdil ve makamperest zatlar, Mehdi olacağım diye dava ederler.
Gerçi her asırda hidayet edici, bir nevi Mehdi ve müceddid
geliyor ve gelmiş. Fakat herbiri, üç vazifelerden birisini bir cihette
yapması itibarıyla, ahir zamanın Büyük Mehdi unvanını
almamışlar. Hem mahkemede Denizli ehl-i vukufu, bazı şakirtlerin
bu îtikadlarına göre, bana karşı demişler ki: "Eğer

Mehdilik dava etse, bütün şakirdleri kabul edecekler." Ben de
onlara demiştim: "BEN, KENDİMİ SEYYİD BİLEMİYORUM.
BU ZAMANDA NESİLLER BİLİNMİYOR. HALBUKİ AHİRZAMANIN
O BÜYÜK ŞAHSI (10. TEKRAR), ÂL-İ BEYTTEN
(11. TEKRAR) OLACAKTIR . Gerçi manen ben Hazret-i
Ali'nin (r.a.) bir veled-i manevîsi hükmünde ondan hakikat
dersini aldım ve Âl-i Muhammed Aleyhisselam bir manada hakikî
Nur Şakirdlerine şamil olmasından, ben de Âl-i Beytten sayılabildim;
fakat bu zaman şahs-ı manevî zamanı olmasından
ve Nurun mesleğinde hiçbir cihette benlik ve şahsiyet ve şahsî
makamları arzu etmek ve şan şeref kazanmak olmaz; ve sırr-ı
ihlasa tam muhalif olmasından, Cenab-ı Hakka hadsiz şükür
ediyorum ki, beni kendime beğendirmemesinden, ben öyle
şahsî ve haddimden hadsiz derece fazla makamata gözümü
dikmem ve Nurdaki ihlası bozmamak için, uhrevî makamat
dahi bana verilse, bırakmaya kendimi mecbur biliyorum" dedim.
O ehl-i vukuf sustu. (Emirdağ Lâhikası, sf. 232)



5.

Aziz ve gayretli âhiret kardeşim ve hizmet-i Kur'ân'da
yoldaşım Hulûsî-i sânî ve Sabri-i evvel,
MâşâAllah, Yirminci Mektubun kıymetini güzel anlamışsınız
ve güzel de yazmışsınız. Mektubunda ilm-i kelâm dersini
benden almak arzu etmişsiniz. Zaten o dersi alıyorsunuz.
Yazdığınız umum Sözler, o nurlu ve hakikî ilm-i kelâmın dersleridir.
İmam-ı Rabbânî gibi bazı kudsî muhakkikler demişler
ki: Âhirzamanda ilm-i kelâmı, yani ehl-i hak mezhebi olan mesâil-
i imaniye-i kelâmiyeyi, birisi öyle bir surette beyan edecek
ki, umum ehl-i keşif ve tarikatın fevkinde, o nurların neşrine sebebiyet
verecektir. Hattâ İmam-ı Rabbânî kendisini o şahıs gibi

görmüştür. Senin şu âciz ve fakir ve hiç ender hiç olan kardeşin,
bin derece haddimin fevkinde olarak, kendimi o gelecek
adam olduğumu iddia edemem, hiçbir cihette liyakatim yoktur.
FAKAT O İLERİDE GELECEK ACİP ŞAHSIN (12. TEKRAR)
BİR HİZMETKÂRI VE ONA (13. TEKRAR) YER HAZIR
EDECEK BİR DÜMDÂRI VE O BÜYÜK KUMANDANIN
(14. TEKRAR) PÎŞDÂR BİR NEFERİ OLDUĞUMU
ZANNEDİYORUM. Ve ondadır ki, sen de yazılan şeylerden o
acip kokusunu aldın. (Barla Lahikası, sf. 162)



6.


Elcevap: Cenab-ı Hakk; kemal-i rahmetinden, şeriat-i
İslamiyetin edebiyetine bir eser-i himayet olarak, her bir fesad-
ı ümmet zamanında bir muslih veya bir müceddit veya
bir halife-i zişan veya bir kutb-u a'zam veya bir mürşid'i ekmel
veyahut bir nevi Mehdi hükmünde mübaret zatları göndermiş;
fesadı izale edip, milleti ıslah etmiş; Din-i Ahmediye
(A.S.M) muhafaza etmiş. Madem adeti öyle cereyan ediyor,
AHİRZAMANIN EN BÜYÜK FESADI ZAMANINDA, ELBETTE
EN BÜYÜK BİR MÜÇTEHİD (15. TEKRAR), HEM
EN BÜYÜK BİR MÜCEDDİD (16. TEKRAR), HEM HAKİM
(17. TEKRAR), HEM MEHDİ (18. TEKRAR), HEM MÜRŞİD
(19. TEKRAR), HEM KUTB-U AZAM (20. TEKRAR) OLARAK
BİR ZAT-İ NURANİYİ (21. TEKRAR) GÖNDERECEK
VE O ZAT (22. TEKRAR) DA, EHL-İ BEYT-İ NEBEVİDEN
OLACAKTIR. Cenab-ı Hakk, bir dakika zarfında beyn-essema
vel-arz alemini bulutlarla doldurup boşalttığı gibi, bir saniyede
denizin firtınalarını teskin eder ve BAHAR İÇİNDE
BİR SAATTE YAZ MEVSİMİNİN NÜMUNESİNİ VE YAZDA
BİR SAATTE KIŞ FIRTINASINI İCAD EDEN KADİR-İ
ZÜLCELAL; MEHDİ (23. TEKRAR) İLE DE, ALEM-İ İSLAM'IN
ZULÜMATINI DAĞITABİLİR. Ve va'detmiştir,
va'dini elbette yapacaktır. Kudret-i İlahiye noktasında bakılsa,
gayet kolaydır. Eğer daire-i esbab ve hikmet-i Rabbaniye noktasında
düşünülse, yine o kadar makul ve vukua layıktır ki;
'Eğer muhbir-i Sadık'tan rivayet olmazsa dahi, herhalde öyle
olmak lazım gelir. Ve olacaktır' diye ehl-i tefekkür hükmeder.

... Âl-i İbrahim Aleyhisselâm gibi öyle bir vaziyet almış ki,
umum mübarek silsilelerin başında, umum aktar ve âsârın
mecmalarında o nuranî zatlar kumandanlık ediyorlar. Ve öyle
bir kesrettedirler ki, o kumandanların mecmuu, muazzam bir
ordu teşkil ediyorlar. Eğer maddî şekle girse ve bir tesanütle bir
fırka vaziyetini alsalar, İSLÂMİYET DİNİNİ MİLLİYET-İ
MUKADDESE HÜKMÜNDE RABITA-İ İTTİFAK VE İNTİ-
BAH YAPSALAR, HİÇBİR MİLLETİN ORDUSU ONLARA
KARŞI DAYANAMAZ. İŞTE, O PEK KESRETLİ O MUKTEDİR
ORDU, ÂL-İ MUHAMMED ALEYHİSSALÂTÜ VESSELÂMDIR
VE HAZRET-İ MEHDÎNİN (24. TEKRAR) EN HAS
ORDUSUDUR. Evet, bugün tarih-i Âlemde hiçbir nesil, şecere
ile ve senetlerle ve anane ile birbirine muttasıl ve en yüksek şeref
ve Âli hasep ve asil neseple mümtaz hiçbir nesil yoktur ki,
Âl-i Beytten gelen seyyidler nesli kadar kuvvetli ve ehemmiyetli
bulunsun. Eski zamandan beri bütün ehl-i hakikatin fırkaları
başında onlar ve ehl-i kemÂlin namdar reisleri yine onlardır.
Şimdi de, kemiyeten milyonları geçen bir nesl-i mübarektir.
Mütenebbih ve kalbleri imanlı ve muhabbet-i Nebevî ile dolu
ve cihandeğer şeref-i intisabıyla serfirazdırlar. Böyle bir cemaat-
i azîme içindeki mukaddes kuvveti tehyiç edecek ve
uyandıracak hâdisât-ı azîme vücuda geliyor. ELBETTE O
KUVVET-İ AZÎMEDEKİ BİR HAMİYET-İ ÂLİYE FEVERAN
EDECEK VE HAZRET-İ MEHDÎ (25. TEKRAR) BAŞINA GEÇİP
TARİK-İ HAK VE HAKİKATE SEVK EDECEK. BÖYLE

OLMAK VE BÖYLE OLMASINI, BU KIŞTAN SONRA BAHARIN
GELMESİ GİBİ, ÂDETULLAHTAN VE RAHMET-İ
İLÂHİYEDEN BEKLERİZ VE BEKLEMEKTE HAKLIYIZ.
(Mektubat, ss.425-426)

Bediüzzamanın bu sözünde kullandığı yukarıdaki vasıflar,
anlamlarından da anlaşılacağı gibi tek kişiye ait olacak özelliklerdir.

… bir müçtehid
… bir müceddid
… hâkim
… Hz. Mehdi
… mürşid
… kutb-u a'zam
… bir zât-ı nuranî

7.

Âhir fıkrasında, Muhbir-i Sâdıkın haber verdiği "Mânevî
fütuhat yapmak ve zulümatı dağıtmak zaman ve zemin hemen
hemen gelmesi" diye fıkrasına, bütün ruhu canımızla rahmet-i
İlahiyeden niyaz ediyoruz, temenni ediyoruz. Fakat biz Risalei
Nur şakirtleri ise, vazifemiz hizmettir; vazife-i İlahiyeye karışmamak
ve hizmetimizi onun vazifesine bina etmekle bir nevi
tecrübe yapmamak olmakla beraber, kemiyete değil, keyfiyete
bakmak, hem çoktan beri sukut-u ahlâka ve hayat-ı dünyeviyeyi
her cihetle hayat-ı uhreviyeye tercih ettirmeye sevk
eden dehşetli esbap altında Risale-i Nur'un şimdiye kadar fütuhatı
ve zındıkların ve dalâletlerin savletlerini kırması ve
yüz binler biçarelerin imanlarını kurtarması ve herbiri yüze
ve bine mukabil yüzer ve binler hakikî mümin talebeleri yetiştirmesi,
Muhbir-i Sâdıkın ihbarını aynen tasdik etmiş ve
vukuatla ispat etmiş ve ediyor, inşaAllah daha edecek. Ve öyle
kökleşmiş ki, inşaAllah hiçbir kuvvet Anadolu'nun sinesinden
onu (Risale-i Nur'u) çıkaramaz. TÂ AHİR ZAMANDA,
HAYATIN GENİŞ DAİRESİNDE, ASIL SAHİPLERİ,
YANİ MEHDÎ (26. TEKRAR) VE ŞAKİRTLERİ CENAB-I
HAKKIN İZNİYLE GELİR, O DAİREYİ GENİŞLETTİRİR
VE O TOHUMLAR SÜMBÜLLENİR. BİZLER DE KABRİ-
MİZDE SEYREDİP ALLAH'A ŞÜKREDERİZ. (Kastamonu
Lahikası, Sayfa 72, Tarihçe-i Hayat, Sayfa 258, Hizmet
Rehberi, Sayfa 267, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Sayfa 153)

8.

Aziz, sadık, muhterem kardeşimiz Hoca Haşmet,
Senin, müceddid hakkındaki mektubunu hayretle okuduk ve
Üstadımıza da söyledik. Üstadımız diyor ki: "Evet, bu zaman
hem iman ve din için, hem hayat-ı içtimaî ve şeriat için, hem
hukuk-u âmme ve siyaset-i İslamiye için gayet ehemmiyetli birer
müceddid ister. Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-i imaniyeyi
muhafaza noktasında tecdid vazifesi, en mukaddes ve en büyüğüdür.
Şeriat ve hayat-ı içtimaiye ve siyasiye daireleri ona
nispeten ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalıyor. Rivâyât-ı
hadisiyede, tecdid-i din hakkında ziyade ehemmiyet ise, imanî
hakaikteki tecdid itibarıyladır. Fakat efkâr-ı âmmede, hayatperest
insanların nazarında zahiren geniş ve hâkimiyet noktasında
cazibedar olan hayat-ı içtimaiye-i İslamiye ve siyaset-i diniye
cihetleri daha ziyade ehemmiyetli göründüğü için, o adese
ile, o nokta-i nazardan bakıyorlar, mana veriyorlar. "Hem bu
üç vezâifi birden bir şahısta, yahut cemaatte bu zamanda bulunması
ve mükemmel olması ve birbirini cerh etmemesi pek
uzak, âdeta kabil görülmüyor. ÂHİRZAMANDA, ÂL-İ
BEYT-İ NEBEVÎNİN (A.S.M.) CEMAAT-İ NURANİYESİNİ
TEMSİL EDEN HAZRET-İ MEHDÎDE (27. TEKRAR) VE CEMAATİNDEKİ
ŞAHS-I MANEVİDE ANCAK İÇTİMA EDEBİLİR.
Bu asırda, Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, Risalei
Nur'un hakikatine ve şakirtlerinin şahs-ı manevisine, hakaiki
imaniye muhafazasında tecdid vazifesini yaptırmış; yirmi seneden
beri o vazife-i kudsiyede tesirli ve fatihâne neşriyle gayet
dehşetli ve kuvvetli zındıka ve dalâlet hücumuna karşı tam
mukabele edip, yüz binler ehl-i imanın imanlarını kurtardığını
kırk binler adam şehadet eder. "Amma, benim gibi aciz ve zayıf
bir biçarenin, böyle binler derece haddimden fazla bir yükü
yüklemek tarzında şahsımı, medâr-ı nazar etmemeli" diyor. Ve
size selam ediyor. Biz de zâtınıza ve oradaki Risale-i Nur'la alâkadar
olanlara selam ediyoruz. (Kastamonu Lahikası, sf. 146)

9.

Mehdî'nin üç vazifesi


Nurun ehemmiyetli ve çok hayırlı bir şakirdi, çokların namına
benden sordu ki: "Nurun halis ve eh(emmiyetli bir kısım
şakirdleri, pek musırrane olarak ahirzamanda gelen al-i Beytin
büyük bir mürşidi seni zannediyorlar ve o kadar çekindiğin
halde onlar ısrar ediyorlar.

Sen de bu kadar musırrane onların fikirlerini kabul etmiyorsun,
çekiniyorsun. Elbette onların elinde bir hakikat ve kat'î
bir hüccet var ve sen de bir hikmet ve hakikata binaen onlara
muvafakat etmiyorsun. Bu ise bir tezattır, her halde hallini istiyoruz."
Ben de bu zatın temsil ettiği çok mesaillere cevaben derim
ki: O has Nurcuların ellerinde bir hakikat var. Fakat iki cihette
bir tabir ve te'vil lazım.


Birincisi: ÇOK DEFA MEKTUPLARIMDA İŞARET ETTİĞİM
GİBİ, MEHDÎ AL-İ RESÛLÜN (28. TEKRAR) TEMSİL
ETTİĞİ KUDSÎ CEMAATİNİN ŞAHS-I MANEVÎSİNİN
ÜÇ VAZİFESİ VAR. EĞER ÇABUK KIYAMET KOPMAZSA
VE BEŞER BÜTÜN BÜTÜN YOLDAN ÇIKMAZSA, O VAZİFELERİ
ONUN (29. TEKRAR) CEMİYETİ VE SEYYİDLER
CEMAATİ YAPACAĞINI RAHMET-İ İLAHİYEDEN BEKLİ-
YORUZ. VE ONUN (30. TEKRAR) ÜÇ BÜYÜK VAZİFESİ
OLACAK:

Birincisi: Fen ve felsefenin tasallutiyle ve maddiyyun ve tabiiyyun
taunu beşer içine intişar etmesiyle, her şeyden evvel
felsefeyi ve maddiyyûn fikrini tam susturacak bir tarzda îmanı
kurtarmaktır. Ehl-i îmanı dalaletten muhafaza etmek ve bu vazife
hem dünya, hem herşeyi bırakmakla, çok zaman tetkikat
ile meşguliyeti iktiza ettiğinden, HAZRET-İ MEHDÎ'NİN (31.
TEKRAR), O VAZİFESİNİ BİZZAT KENDİSİ (32. TEKRAR)
GÖRMEYE VAKİT VE HAL MÜSAADE EDEMEZ. ÇÜNKÜ
HİLAFET-İ MUHAMMEDİYE (A.S.M.) CİHETİNDEKİ SALTANATI
(33. TEKRAR), onun ile iştigale vakit bırakmıyor.
HERHALDE O VAZİFEYİ ONDAN EVVEL (34. TEKRAR)
BİR TAİFE BİR CİHETTE GÖRECEK. O ZAT (35. TEKRAR),
O TAİFENİN UZUN TETKİKATI İLE YAZDIKLARI ESERİ
KENDİNE (36. TEKRAR) HAZIR BİR PROĞRAM YAPACAK,
ONUN İLE O BİRİNCİ VAZİFEYİ TAM YAPMIŞ
OLACAK. BU VAZİFENİN İSTİNAD ETTİĞİ KUVVET VE
MANEVÎ ORDUSU, YALNIZ İHLAS VE SADAKAT VE TESANÜD
SIFATLARINA TAM SAHİP OLAN BİR KISIM ŞAKİRDLERDİR.
NE KADAR DA AZ OLSALAR, MANEN BİR
ORDU KADAR KUVVETLİ VE KIYMETLİ SAYILIRLAR.

İkinci vazifesi: HİLAFET-İ MUHAMMEDİYE (A.S.M.)
ÜNVANI İLE ŞEAİR-İ İSLAMİYEYİ İHYA ETMEKTİR.
ALEM-İ İSLAMIN VAHDETİNİ NOKTA-İ İSTİNAD EDİP,
BEŞERİYETİ MADDÎ VE MANEVÎ TEHLİKELERDEN VE
GADAB-I İLAHÎDEN KURTARMAKTIR. BU VAZİFENİN,
NOKTA-İ İSTİNADI VE HADİMLERİ, MİLYONLARLA EFRADI
BULUNAN ORDULAR LAZIMDIR.

Üçüncü vazifesi: İNKILABAT-I ZAMANİYE İLE ÇOK
AHKAM-I KUR'ANİYENİN ZEDELENMESİYLE VE ŞERİ-
AT-I MUHAMMEDÎYENİN (A.S.M.) KANUNLARI BİR DERECE
TATİLE UĞRAMASIYLA O ZAT (37. TEKRAR), BÜ-
TÜN EHL-İ ÎMANIN MANEVÎ YARDIMLARIYLA VE İTTİ-
HAD-I İSLAMIN MUAVENETİYLE VE BÜTÜN ULEMA VE
EVLİYANIN VE BİLHASSA AL-İ BEYTİN NESLİNDEN
HER ASIRDA KUVVETLİ VE KESRETLİ BULUNAN MİLYONLAR
FEDAKAR SEYYİDLERİN İLTİHAKLARIYLA O
VAZİFE-İ UZMAYI YAPMAYA ÇALIŞIR.

Şimdi hakikat-ı hal böyle olduğu halde, en birinci vazifesi
ve en yüksek mesleği olan îmanı kurtarmak ve îmanı,
tahkikî bir surette umuma ders vermek, hatta avamın da îmanını
tahkikî yapmak vazifesi ise, manen ve hakikaten hidayet
edici, irşad edici manasının tam sarahatını ifade ettiği için,
Nur Şakirtleri bu vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur'da gördüklerinden,
ikinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü
derecededir, diye Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsini haklı
olarak bir nevi Mehdî telakki ediyorlar. O şahs-ı manevînin de
bir mümessili, Nur Şakirdlerinin tesanüdünden gelen bir şahsı
manevîsi ve o şahs-ı manevîde bir nevi mümessili olan bîçare
tercümanını zannettiklerinden, bazan o ismi ona da veriyorlar.
Gerçi bu, bir iltibas ve bir sehivdir, fakat onlar onda mes'ul
değiller. Çünkü ziyade hüsn-ü zan, eskidenberi cereyan ediyor
ve itiraz edilmez. Ben de o kardeşlerimin pek ziyade hüsn-ü
zanlarını bir nevi dua ve bir temennî ve Nur Talebelerinin kemal-
i itikadlarının bir tereşşuhu gördüğümden onlara çok ilişmezdim.
Hatta eski evliyanın bir kısmı, keramet-i gaybiyele-
rinden Risale-i Nur'u aynı o ahirzamanın hidayet edicisi olduğu,
diye keşifleri bu tahkikat ile te'vili anlaşılır. Demek iki noktada
bir iltibas var, te'vil lazımdır.

Birincisi: AHİRDEKİ İKİ VAZİFE, GERÇİ HAKİKAT
NOKTASINDA BİRİNCİ VAZİFE DERECESİNDE DEĞİLLER,
fakat hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) ve ittihad-ı İslam ordularıyla
zemin yüzünde saltanat-ı İslamiyeyi sürmek cihetinde
herkeste, hususan avamda, hususan ehl-i siyasette, hususan
bu asrın efkarında o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor;
ve bu isim bir adama verildiği vakit, bu iki vazife hatıra geliyor;
siyaset manasını ihsas eder; belki de bir hodfüruşluk manasını
hatıra getirir; belki bir şan, şeref ve makamperestlik ve
şöhretperestlik arzularını gösterir. Ve eskidenberi ve şimdi de
çok safdil ve makamperest zatlar "Mehdî olacağım," diye dava
ederler. GERÇİ HER ASIRDA HİDAYET EDİCİ BİR NEVİ
MEHDÎ VE MÜCEDDİD GELİYOR VE GELMİŞ, FAKAT
HERBİRİ ÜÇ VAZİFELERDEN BİRİSİNİ BİR CİHETTE
YAPMASI İTİBARİYLE, AHİRZAMANIN BÜYÜK MEHDÎ-
Sİ (38. TEKRAR) ÜNVANINI ALMAMIŞLAR. Hem mahkemede
Denizli ehl-i vukufu, bazı şakirtlerin bu îtikadlarına göre,
bana karşı demişler ki: "Eğer Mehdilik dava etse, bütün şakirdleri
kabul edecekler." Ben de onlara demiştim: "BEN, KENDİ-
Mİ SEYYİD BİLEMİYORUM. BU ZAMANDA NESİLLER Bİ-
LİNMİYOR. HALBUKİ AHİRZAMANIN O BÜYÜK ŞAHSI
(39. TEKRAR), ÂL-İ BEYTTEN OLACAKTIR. Gerçi manen
ben Hazret-i Ali'nin (r.a.) bir veled-i manevîsi hükmünde ondan
hakikat dersini aldım ve Âl-i Muhammed Aleyhisselam bir
manada hakikî Nur Şakirdlerine şamil olmasından, ben de Âl-i
Beytten sayılabildim; fakat bu zaman şahs-ı manevî zamanı olmasından
ve Nurun mesleğinde hiçbir cihette benlik ve şahsiyet
ve şahsî makamları arzu etmek ve şan şeref kazanmak olmaz;
ve sırr-ı ihlasa tam muhalif olmasından, Cenab-ı Hakka
hadsiz şükür ediyorum ki, beni kendime beğendirmemesinden,
ben öyle şahsî ve haddimden hadsiz derece fazla makamata
gözümü dikmem ve Nurdaki ihlası bozmamak için, uhrevî
makamat dahi bana verilse, bırakmaya kendimi mecbur biliyorum"
dedim. O ehl-i vukuf sustu. (Emirdağ Lahikası-1, ss.
231-233)


10.

Aziz, sıddık kardeşlerim, Evvelâ: Nurun fevkalâde has
şakirtleri, Sikke-i Gaybiye müştemilâtıyla, o evliya-yı meşhûreden,
kırk günde bir defa ekmek yiyip kırk gün yemeyen
Osman-ı Hâlidî'nin sarih ihbarı ve evlâtlarına vasiyetiyle ve
Isparta'nın meşhur ehl-i kalb âlimlerinden Topal Şükrü'nün zahir
haber vermesiyle çok ehemmiyetli bir hakikatı dâvâ edip,
fakat iki iltibas içinde, bu biçare, ehemmiyetsiz kardeşleri
Said'e bin derece ziyade hisse vermişler. On seneden beri kanaatlerini
tâdile çalıştığım halde, o bahadır kardeşler kanaatlerinde
ileri gidiyorlar. Evet, onlar, On Sekizinci Mektuptaki iki
ehl-i kalb çobanın macerası gibi, hak bir hakikati görmüşler;
fakat tabire muhtaçtır. O hakikat de şudur:

ÜMMETİN BEKLEDİĞİ, AHİR ZAMANDA GELECEK
ZATIN (40. TEKRAR) ÜÇ VAZİFESİNDEN EN MÜHİMMİ
VE EN BÜYÜĞÜ VE EN KIYMETDARI OLAN İMAN-I
TAHKİKİYİ NEŞR VE EHL-İ İMANI DALALETTEN KURTARMAK
CİHETİYLE, o en ehemmiyetli vazifeyi aynen bitemâmihâ
Risâle-i Nur'da görmüşler. İmam-ı Ali ve Gavs-ı âzam
ve Osman-ı Hâlidî gibi zatlar, bu nokta içindir ki, o gelecek zatın
makamını Risâle-i Nur'un şahs-ı mânevîsinde keşfen görmüşler
gibi işaret etmişler. Bazan da o şahs-ı mânevîyi bir hâ-
dimine vermişler, o hâdime mültefitane bakmışlar. BU HAKİ-
KATTEN ANLAŞILIYOR Kİ, SONRA GELECEK O MÜBAREK
ZAT (41. TEKRAR), RİSÂLE-İ NUR'U BİR PROGRAMI
OLARAK NEŞİR VE TATBİK EDECEK'.

O ZATIN (42. TEKRAR) İKİNCİ VAZİFESİ, şeriatı icra
ve tatbik etmektedir. Birinci vazife, maddî kuvvetle değil,
belki kuvvetli itikad ve ihlâs ve sadakatle olduğu halde, bu
ikinci vazife gayet büyük maddî bir kuvvet ve hakimiyet lâzım
ki, o ikinci vazife tatbik edilebilsin.

O ZATIN (43. TEKRAR) ÜÇÜNCÜ VAZİFESİ, hilâfet-i
İslâmiyeyi ittihad-ı İslâma bina ederek, İsevî ruhanîleriyle ittifak
edip din-i İslâma hizmet etmektir. Bu vazife, pek büyük
bir saltanat ve kuvvet ve milyonlar fedakârlarla tatbik edilebilir.
Birinci vazife, o iki vazifeden üç-dört derece daha ziyade
kıymettardır. Fakat o ikinci, üçüncü vazifeler pek parlak
ve çok geniş bir dairede ve şaşaalı bir tarzda olduğundan,
umumun ve avâmın nazarında daha ehemmiyetli görünüyorlar.
İşte o has Nurcular ve bir kısmı evliya olan o kardeşlerimizin
tâbire ve tevile muhtaç fikirlerini ortaya atmak, ehl-i dünyayı
ve ehl-i siyaseti telâşe verir ve vermiş; hücumlarına vesile
olur. Çünkü, birinci vazifenin hakikatini ve kıymetini göremiyorlar;
öteki cihetlere hamlederler.

Kardeşlerimin ikinci iltibası:

Fâni ve çürütülebilir bir şahsiyeti, bazı cihetlerle birinci vazifede
pişdarlık eden Nur şakirtlerinin şahs-ı mânevîsini temsil
eden o âciz kardeşine veriyorlar. Halbuki bu iki iltibas da
Risale-i Nur'un hakikî ihlâsına ve hiçbir şeye, hattâ mânevî ve
uhrevî makamata dahi âlet olmamasına bir cihette zarar verdiği
gibi, ehl-i siyaseti de evhama düşürüp Risale-i Nur'un neşri-
ne zarar gelir. Bu zaman, şahs-ı mânevî zamanı olduğu için,
böyle büyük ve bâkî hakikatler, fâni ve âciz ve sukut edebilir
şahsiyetlere bina edilmez.

Elhasıl: O GELECEK ZATIN (44. TEKRAR) İSMİNİ
VERMEK, üç vazifesi birden hatıra geliyor; yanlış olur. Hem
hiçbir şeye âlet olmayan nurdaki ihlâs zedelenir, avâm-ı
mü'minîn nazarında hakikatlerin kuvveti bir derece noksanlaşır.
Yakîniyet-i bürhaniye dahi, kazâyâ-yı makbûledeki zann-ı
galibe inkılâp eder; daha muannid dalâlete ve mütemerrid zındıkaya
tam galebesi, mütehayyir ehl-i imanda görünmemeye
başlar. Ehl-i siyaset evhama ve bir kısım hocalar itiraza başlar.
Onun için, Nurlara o ismi vermek münasip görülmüyor.
Belki "Müceddiddir, onun pişdarıdır" denilebilir.
Umum kardeşlerimize binler selâm. (Sikke-i Tasdik-i
Gaybi, s. 9-11)


11.

Azîz kardeşlerim! Sadakatınızdan tereşşuh eden ve haddimin
pek çok fevkinde hüsn-ü zannınıza karşı bundan evvel
verdiğim cevabın bir tetimmesi olarak, bu gelecek fıkrayı iki
gün evvel yazmıştık. SİZİN FEVKALÂDE SADÂKAT VE
ULÜVV-Ü HİMMETİNİZDEN TEREŞŞUH EDEN BİR HAFTA
EVVELKİ MEKTUBUNUZA KARŞI HÜSN-Ü ZANNINIZI
BİR DERECE CERHEDEN BENİM CEVABIMIN HİKMETİ
ŞUDUR Kİ: "…BU ZAMANDA ÖYLE FEVKALÂDE
HÂKİM CEREYANLAR VAR Kİ, HERŞEYİ KENDİ HESABINA
ALDIĞI İÇİN, FARAZA HAKİKİ BEKLENİLEN VE
BİR ASIR SONRA GELECEK O ZAT (45. TEKRAR) dahi bu
zamanda gelse, harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için si-

yaset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek
diye tahmin ediyorum.

Hem üç mes'ele var: Biri hayat, biri şeriat, biri imandır.
Hakikat noktasında en mühimmi ve en a'zamı, iman mes'elesidir.
FAKAT ŞİMDİKİ UMUMUN NAZARINDA VE HAL-İ
ÂLEM İLCAATI DA EN MÜHİM MES'ELE, HAYAT VE ŞERİAT
GÖRÜNDÜĞÜNDEN O ZÂT (46. TEKRAR) ŞİMDİ
OLSA DA, üç mes'eleyi birden umum rûy-i zeminde vaziyetlerini
değiştirmek nev'-i beşerdeki cârî olan âdetullaha muvafık
gelmediğinden, her halde en a'zam mes'eleyi esas yapıp,
öteki mes'eleleri esas yapmayacak. Tâ ki iman hizmeti safvetini
umumun nazarında bozmasın ve avamın çabuk iğfal olunabilen
akıllarında, o hizmet başka maksadlara âlet olmadığı tahakkuk
etsin." (Kastamonu Lahikası, s. 61-62)


12.

On Dokuzuncu Mesele
Rivayetlerde, âhirzamanın alâmetlerinden olan ve ÂL-İ
BEYT-İ NEBEVÎDEN HAZRET-İ MEHDÎNİN
(RADIYALLAHU ANH) (47. TEKRAR) hakkında ayrı ayrı
haberler var. Hattâ bir kısım ehl-i ilim ve ehl-i velâyet, eskide
onun çıkmasına hükmetmişler. Allahu a'lem bissavab, bu ayrı
ayrı rivayetlerin bir tevili şudur ki: BÜYÜK MEHDÎNİN (48.
TEKRAR) ÇOK VAZİFELERİ VAR. VE SİYASET ÂLEMİNDE,
DİYANET ÂLEMİNDE, SALTANAT ÂLEMİNDE, Cİ-
HAD ÂLEMİNDEKİ ÇOK DÂİRELERDE İCRAATLARI OLDUĞU
GİBİ, her bir asır, me'yusiyet vaktinde kuvve-i maneviyesini
teyid edecek bir nevi Mehdîye veyahut Mehdînin onların
imdadına o vakitte gelmek ihtimaline muhtaç olduğundan,
rahmet-i İlâhiye ile her devirde, belki her asırda bir nevi

Mehdî âl-i Beytten çıkmış, ceddinin şeriatını muhafaza ve sünnetini
ihya etmiş. Meselâ, siyaset âleminde Mehdî-i Abbâsî ve
diyanet âleminde GAVS-I ÂZAM VE ŞÂH-I NAKŞİBEND
VE AKTÂB-I ERBAA VE ON İKİ İMAM GİBİ BÜYÜK MEHDÎNİN
(49. TEKRAR) BİR KISIM VAZİFELERİNİ İCRA
EDEN ZATLAR dahi, Mehdî hakkında gelen rivâyetlerde, medâr-
ı nazar Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm olduğundan,
rivayetler ihtilâf ederek, bir kısım ehl-i hakikat demiş: "Eskide
çıkmış." Her ne ise... Bu mesele Risale-i Nur'da beyan edildiğinden,
onu ona havale ile burada bu kadar deriz ki: Dünyada
mütesanit hiçbir hanedan ve mütevafık hiçbir kabile ve münevver
hiçbir cemiyet ve cemaat yoktur ki, ÂL-İ BEYTİN HANEDANINA
(50. TEKRAR) VE KABİLESİNE VE CEMİYETİ-
NE VE CEMAATİNE YETİŞEBİLSİN. EVET, YÜZER KUDSÎ
KAHRAMANLARI YETİŞTİREN VE BİNLER MÂNEVÎ KUMANDANLARI
ÜMMETİN BAŞINA GEÇİREN VE HAKİ-
KAT-İ KUR'ÂNİYENİN MAYASIYLA VE İMANIN NURUYLA
VE İSLÂMİYETİN ŞEREFİYLE BESLENEN, TEKEMMÜL
EDEN ÂL-İ BEYT, ELBETTE ÂHİR ZAMANDA, ŞERİAT-I
MUHAMMEDİYEYİ VE HAKİKAT-I FURKANİYEYİ VE
SÜNNET-İ AHMEDİYEYİ (A.S.M.) İHYA İLE, İLÂN İLE, İCRA
İLE, BAŞKUMANDANLARI OLAN BÜYÜK MEHDÎ-
NİN (51. TEKRAR) KEMÂL-İ ADALETİNİ VE HAKKANİ-
YETİNİ DÜNYAYA GÖSTERMELERİ GAYET MÂKUL OLMAKLA
BERABER, GAYET LÂZIM VE ZARURÎ VE HAYAT-
I İÇTİMAİYE-İ İNSANİYEDEKİ DÜSTURLARIN
MUKTEZASIDIR. (Şualar, ss.509-510)



13.

Hem hapis usûlü tecrid onbeş gün kadar olduğu halde, beni
üçbuçuk ay tecrid-i mutlakta hiçbir arkadaşımla temas ettirmediler.
Hem üç aydan beri benim aleyhimde kırk sahifelik bir
iddianame yazılıp bana gösterildi. Yeni hurufu bilmediğimden,
hem rahatsız ve hattım çok noksan olmasından çok rica ettim
ki, "Bana biri iddianameyi okuyacak ve dilimi bilen talebelerimden
benim itiraznamemi yazacak iki adama izin veriniz"
dedim; izin vermediler. Dediler, "Avukat gelsin, okusun."
Sonra onu da bırakmadılar. Yalnız bir kardeşe dediler ki: "Eski
hurufa çevir, ona ver." Halbuki o kırk sahifeyi yazmak altı-yedi
günde ancak olur. Bir saatte bana okumak işini, altı-yedi güne
kadar uzatmak, tâ benimle kimse temas etmesin fikri ise,
pek dehşetli bir istibdad ile benim bütün hukuk-u müdafaamı
iskat etmektir. Dünyada, yüz cinayeti bulunan ve asılacak bir
adam dahi böyle muamele göremez. Ben hakikaten bu emsalsiz
işkencenin hiçbir sebebini bilmediğimden çok azab çekiyorum.
Ben haber aldım ki, mahkeme reisi vicdanlı ve merhametlidir.
Bu kanaate binaen, ilk ve son bir tecrübe olarak makamınıza bu
istirhamname ve şekvayı yazdım.

Tecrid-i mutlakta hasta ve perişan
Said Nursî

İDDİANAMEDE BENİM HAKKIMDA DÖRT ESAS
VAR:

Birinci Esas: Güya bende tefahur ve hodfüruşluk var ve
kendimi müceddid biliyorum. Ben bütün kuvvetimle bunu
reddederim. HEM MEHDİLİK İSNADINI HİÇ KABUL ETMEDİĞİME
BÜTÜN KARDEŞLERİM ŞEHADET EDERLER.
HATTÂ DENİZLİ'DEKİ EHL-İ VUKUF, "EĞER SAİD
MEHDİLİĞİNİ ORTAYA ATSA BÜTÜN ŞAKİRDLERİ
KABUL EDECEK" DEDİKLERİNE MUKABİL, SAİD
İTİRAZNAMESİNDE DEMİŞ Kİ: "BEN SEYYİD DEĞİLİM.
MEHDİ (52. TEKRAR) SEYYİD OLACAK."
(Şualar, 14. Şua, s. 355 )

14.

Beşinci Sebep: Çok zaman evvel bir ehl-i velâyetten işittim
ki: O zat, eski velîlerin gaybî işaretlerinden istihraç etmiş ve kanaati
gelmiş ki, "Şark tarafından bir nur zuhur edecek,
bid'alar zulümâtını dağıtacak." Ben böyle bir nurun zuhuruna
çok intizar ettim ve ediyorum. FAKAT ÇİÇEKLER BAHARDA
GELİR. ÖYLE KUDSÎ ÇİÇEKLERE ZEMİN HAZIR
ETMEK LÂZIM GELİR. VE ANLADIK Kİ, BU HİZMETİ-
MİZLE O NURANÎ ZATLARA (53. TEKRAR) ZEMİN İHZAR
EDİYORUZ. Madem kendimize ait değil; elbette, Sözler
namındaki nurlara ait olan inâyât-ı İlâhiyeyi beyan etmekte
medar-i fahir ve gurur olamaz; belki medar-ı hamd ve şükür ve
tahdis-i nimet olur. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 189) (Barla
Lahikası, 28. Mektuptan 7. Risale Olan 7. Mesele)

15.

...Şimdi hatıra geldi ki, eğer şeddeli 'lar ve ikişer sayılsa,
BUNDAN BİR ASIR SONRA ZULÜMATI DAĞITACAK
ZATLAR ise, HAZRET-İ MEHDİ'NİN (54. TEKRAR) şakirdleri
olabilir." (Şualar, s. 605)



16.

İkinci İşaret, yani: Altıncı İşaret
HAZRET-İ MEHDÎNİN (55. TEKRAR) cemiyet-i nuraniyesi,
Süfyan komitesinin tahribatçı rejim-i bid'akârânesini
tamir edecek, Sünnet-i Seniyyeyi ihyâ edecek, yani Âlem-i
İslâmiyette risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) inkâr niyetiyle şeriat-ı
Ahmediyeyi (a.s.m.) tahribe çalışan Süfyan komitesi, Hazret-i
Mehdî cemiyetinin mucizekâr mânevî kılıcıyla öldürülecek ve
dağıtılacak. Hem Âlem-i insaniyette inkâr-ı ulûhiyet niyetiyle
medeniyet ve mukaddesât-ı beşeriyeyi zîr ü zeber eden Deccal
komitesini, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın din-i hakikîsini
İslâmiyetin hakikatiyle birleştirmeye çalışan hamiyetkâr ve fedakâr
bir İsevî cemaati namı altında ve "Müslüman İsevîleri"
ünvanına lâyık bir cemiyet, o Deccal komitesini, Hazret-i İsâ
Aleyhisselâmın riyaseti altında öldürecek ve dağıtacak, beşeri
inkârı ulûhiyetten kurtaracak. Şu mühim sır pek uzundur.
Başka yerlerde bir nebze bahsettiğimizden, burada bu kısa işaretle
iktifâ ediyoruz. (Mektubat, s.426)

17.

Beşinci nokta: Hem her iki deccalın, asırlarına ait olan harikaları,
onların bahsiyle ve münasebetiyle rivayet edildiğinden,
onların şahıslarından sudûr edeceği telâkki ve tevehhüm
edilmesinden, o rivayet müteşabih olmuş, mânâsı gizlenmiş,
meselâ tayyare ve şimendiferle gezmesi... Hem meselâ, meşhur
olmuş ki, İslâm Deccalı öldüğü vakit ona hizmet eden şeytan,
İstanbul'da Dikilitaş'ta bütün dünyaya bağıracak ve herkes o
sesi işitecek ki, "O öldü." Yani pek acip ve şeytanları dahi
hayrette bırakan radyoyla bağırılacak, haber verilecek.
Hem Deccalın rejimine ve teşkil ettiği komitesine ve hükûmetine
ait garip halleri ve dehşetli icraatı, onun şahsıyla münasebettar
rivayet edilmesi cihetiyle mânâsı gizlenmiş. Meselâ, "O
kadar kuvvetlidir ve devam eder; yalnız Hazret-i İsa (a.s.) onu
öldürebilir, başka çare olamaz" rivayet edilmiş. Yani, onun
mesleğini ve yırtıcı rejimini bozacak, öldürecek, ancak semâvî
ve ulvî hâlis bir din İsevîlerde zuhur edecek ve hakikat-i
Kur'âniyeye iktida ve ittihad eden bu İsevî dinidir ki, Hazret-i
İsa Aleyhisselâmın nüzulüyle o dinsiz meslek mahvolur, ölür.
Yoksa onun şahsı bir mikrop, bir nezle ile öldürülebilir.
Hem bir kısım râvîlerin kabil-i hatâ içtihadlarıyla olan tefsirleri
ve hükümleri, hadîs kelimelerine karışıp hadis zannedilir,
mânâ gizlenir. Vâkıa mutabakatı görünmez, müteşabih hükmüne
geçer. Hem eski zamanda, bu zaman gibi cemaatin ve cemiyetin
şahs-ı mânevîsi inkişaf etmediğinden ve fikr-i infirâdî
galip olduğundan, cemaatin sıfat-ı azîmesi ve büyük harekâtı o
cemaatin başında bulunan şahıslara verildiği cihetiyle, o şahıslar,
harika ve küllî sıfatlara lâyık ve muvafık olmak için yüz derece
cisminden ve kuvvetinden büyük bir acûbe cisim ve müthiş
bir heykel ve çok harika bir kuvvet ve iktidar bulunmak lâzım
geldiğinden öyle tasvir edilmiş. Vâkıa mutabakatı görünmüyor
ve o rivayet müteşabih olur. HEM İKİ DECCALİN SIFATLARI
VE HALLERİ AYRI AYRI OLDUĞU HALDE,
MUTLAK GELEN RİVAYETLERDE İLTİBAS OLUYOR; Bİ-
Rİ, ÖTEKİ ZANNEDİLİR. HEM BÜYÜK MEHDÎNİN HALLERİ
(56. TEKRAR) SÂBIK MEHDÎLERE İŞARET EDEN Rİ-
VAYETLERE MUTABIK ÇIKMIYOR, hadîs-i müteşabih hükmüne
geçer. İmam-ı Ali (r.a.) yalnız İslâm Deccalından bahseder.
Mukaddime bitti, meselelere başlıyoruz.
(Şualar, ss.500- 501)



18.


Sekizinci Asıl: Cenab-ı Hakîm-i Mutlak, şu dâr-ı tecrübe
ve meydan-ı imtihanda çok mühim şeyleri, kesretli eşya içinde
saklıyor. O saklamakla çok hikmetler, çok maslahatlar bağlıdır.
Meselâ: Leyle-i Kadri, umum ramazanda; saat-ı icabe-i duayı,
Cum'a gününde; makbul velisini, insanlar içinde; eceli, ömür
içinde ve kıyametin vaktini, ömr-ü dünya içinde saklamış.
Zira ecel-i insan muayyen olsa, yarı ömrüne kadar gaflet-i mutlaka,
yarıdan sonra darağacına adım adım gitmek gibi bir dehşet
verecek. Halbuki âhiret ve dünya müvazenesini muhafaza
etmek ve her vakit havf u reca ortasında bulunmak maslahatı
iktiza eder ki; her dakika hem ölmek, hem yaşamak mümkün
olsun. Şu halde mübhem tarzdaki yirmi sene mübhem bir
ömür, bin sene muayyen bir ömre müreccahtır. İşte kıyamet dahi
şu insan-ı ekber olan dünyanın ecelidir. Eğer vakti taayyün
etseydi, bütün kurûn-u ûlâ ve vustâ gaflet-i mutlakaya dalacak
idiler ve kurûn-u uhrâ dehşette kalacaktı. İnsan nasıl hayat-ı
şahsiyesiyle hanesinin ve köyünün bekasıyla alâkadardır. Öyle
de; hayat-ı içtimaiye ve nev'iyesiyle, küre-i arzın ve dünyanın
yaşamasıyla alâkadardır. Kur'an "Kıyamet yaklaştı, ay yarıldı.
(Kamer Sûresi: 1.)" der. "Kıyamet yakındır" ferman ediyor. Bin
bu kadar sene geçtikten sonra gelmemesi, yakınlığına halel vermez.
Zira kıyamet, dünyanın ecelidir. Dünyanın ömrüne nisbeten
bin veya ikibin sene, bir seneye nisbetle bir-iki gün veya biriki
dakika gibidir. Saat-ı Kıyamet yalnız insaniyetin eceli değil
ki, onun ömrüne nisbet edilip baîd görülsün. İşte bunun içindir
ki, Hakîm-i Mutlak, kıyameti mugayyebat-ı hamseden olarak
ilminde saklıyor. İşte bu ibham sırrındandır ki, her asır, hattâ
asr-ı hakikatbîn olan Asr-ı Saadet dahi daima kıyametten korkmuşlar.
Hattâ bazıları, "Şeraiti hemen hemen çıkmış" demişler.
İşte bu hakikatı bilmeyen insafsız insanlar derler ki:
"Âhiretin tafsilatını ders alan müteyakkız kalbli, keskin nazarlı
olan sahabelerin fikirleri, niçin 1000 sene hakikattan uzak olarak
fikirleri düşmüş gibi, İSTİKBAL-İ DÜNYEVİYEDE 1400
SENE SONRA GELECEK BİR HAKİKATİ ASIRLARINDA
KARİB ZANNETMİŞLER.

Elcevab: Çünki Sahabeler, feyz-i sohbet-i nübüvvetten herkesten
ziyade dâr-ı âhireti düşünerek, dünyanın fenasını bilerek,
kıyametin ibham-ı vaktindeki hikmet-i İlahiyeyi anlayarak
ecel-i şahsî gibi dünyanın eceline karşı dahi daima muntazır bir
vaziyet alarak, âhiretlerine ciddî çalışmışlar. Resul-i Ekrem
Aleyhissalâtü Vesselâm "Kıyameti bekleyiniz, intizar ediniz"
tekrar etmesi, şu hikmetten ileri gelmiş bir irşad-ı Nebevîdir.
Yoksa vuku-u muayyene dair bir vahyin hükmüyle değildir ki,
hakikattan uzak olsun. İllet ayrıdır, hikmet ayrıdır. İşte
Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın bu nevi sözleri hikmet-i
ibhamdan ileri geliyor. Hem şu sırdandır ki; HZ. MEHDİ
(A.S.) (57. TEKRAR), SÜFYAN GİBİ ÂHİRZAMANDA GELECEK
EŞHASLARI (58. TEKRAR) çok zaman evvel hattâ
Tâbiîn zamanında onları beklemişler, yetişmek emelinde bulunmuşlar.
Hattâ bazı ehl-i velayet "Onlar geçmiş" demişler.
İşte bu da, kıyamet gibi, hikmet-i İlahiye iktiza eder ki; vakitleri
taayyün etmesin. Çünki her zaman, her asır, kuvve-i
maneviyenin takviyesine medar olacak ve yeisten kurtaracak
"Mehdi" manasına muhtaçtır. Bu manada, her asrın bir hissesi
bulunmak lâzımdır. Hem gaflet içinde fenalara uymamak ve
lâkaydlıkta nefsin dizginini bırakmamak için, nifakın başına
geçecek müdhiş şahıslardan her asır çekinmeli ve korkmalı.
Eğer tayin edilseydi, maslahat-ı irşad-ı umumî zayi' olurdu.



19.

Şimdi Mehdi gibi eşhasın hakkındaki rivayatın ihtilafatı
ve sırrı şudur ki: Ehadîsi tefsir edenler, metn-i ehadîsi tefsirlerine
ve istinbatlarınatatbik etmişler. Meselâ: Merkez-i
saltanat o vakit Şam'da veya Medine'de olduğundan, vukuatı
Mehdiye veya Süfyaniyeyi Hz. merkez-i saltanat civarında
olan Basra, Kûfe, Şam gibi yerlerde tasavvur ederek öyle tefsir
etmişler. Hem de o eşhasın şahs-ı manevîsine veya temsil
ettikleri cemaate ait âsâr-ı azîmeyi o eşhasın zâtlarında tasavvur
ederek öyle tefsir etmişler ki, O EŞHAS-I HÂRİKA (59.
TEKRAR) çıktıkları vakit bütün halk onları tanıyacak gibi
bir şekil vermişler. Halbuki demiştik: Bu dünya tecrübe meydanıdır.
Akla kapı açılır, fakat ihtiyarı elinden alınmaz. ÖYLE
İSE O EŞHAS (60. TEKRAR), hattâ o müdhiş Deccal dahi
çıktığı zaman çokları, hattâ kendisi de bidayeten Deccal olduğunu
bilmez. Belki nur-u imanın dikkatiyle, O EŞHAS-I
(61. TEKRAR) ÂHİRZAMAN TANINABİLİR. (Sözler, s.318)

20.

Yirmi Dokuzuncu Mektubun Yedinci Kısmı,
Şeâir-i İslâmiyenin tağyirine asla razı olmayan ve tahammül
edemeyerek kulaklarını tıkayanların kanaatlerindeki isabete
kat'î bir hüccet; Te'vilkârâne "Zahirî muvafakat gösteriyorum"
iddiasında bulunanları birinci zümreye ilhak ettirecek
müessir bir kuvvet; Ulemâü's-sû' ahzâbına şedit bir tokat;
Muhtelif nam ve vesilelerle, dinsizlik gayesiyle bid'alar çıkaranlara,
kahir bir darbe-i kudret ve tavk-ı lânet; BEŞİNCİ VE
ALTINCI İŞARETLER, ISLAH-I ÂLEMİN BİZZAT HAZRET-İ 
MEHDÎNİN (62. TEKRAR) ZUHURUNA VÂBESTE

OLDUĞUNA KANAAT EDEN ZÜMREDEN, BU ZÂT-I ÂLÎŞÂNIN
(63. TEKRAR) DAHİ BU EMİRDE MUKTEDİR OLMASINDA
ŞÜPHE DUYANLARIN, BU VEHİMLERİNİ
BERTARAF EDECEK, İTİMATLARINI TEMİN EDECEK,
GAYET KUVVETLİ GÜNEŞ GİBİ BİR HAKİKAT;

Yedinci İşaret, bu asrın en mâkul mücahedesinin nasıl yapılmak
iktiza ettiğine delâlet eden, mahz-ı hikmet gibi hâssaları
câmidir.
Âciz kardeşinizin kısa vasfı da, elbette aczine şehadet eder.
Yoksa bu hakaiki lâyıkıyla vasfeylemek, bu biçarenin haddi değildir.
(Mektubat, s. 174)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder